(Sevgili dostum C.’den Pazar şarkısı tavsiyesi: Pink Floyd – Shine on You Crazy Diamond)

Hayatının sürekli olarak, detaylarıyla açıklanamayan ve çok eski zamanlarda gelişigüzel kurgulanmış yapıların kendilerini yinelemeleriyle geçtiğinden dem vururken C., kendisiyle Cuma gecesi yaptığım yaklaşık dört saat kadar süren sohbet boyunca bu şarkıyı dinlememiz için, daha evine adımımı atar atmaz beni ikna etmişti. Okumakta olduğunuz yazıyı oluşturmak için kendisiyle bir araya geldiğimden haberdardı; sadık okuyucularım bilir, hiç kimsenin, hele kadim dostum C.’nin arkasından asla iş çevirmem. İki türden sürprizleri hiç sevmem; kendi yaptıklarımı, bana yapılanları. Üçüncü bir tür sürpriz var mı ki şeklinde, kendinize bir soru yönelttiğinizi işitirim: C.’ye göre bu, misal; Yusuf Atılgan beyefendiyle sabaha dek süren bir rakı balık buluşmasının, midelerin istifra etme safhasına geldiği ancak karaciğerin son bir hamleyle felaketi alt ettiği anında, yazarın C.’ye, sen benim nefretimin yığıldığı halimsin, deyişi gibi bir şeymiş. Ne yazardan bahsi olunan kişiye, ne de bahsi olunan kişiden yazara uzanabilirliği olan, her iki zata da dokunan lakin oturmayan, fantastik bir sürpriz çeşidini, dört saatlik sohbetimizin yarım saatlik bir bölümünde teorize etmeye uğraşan ve bu çabaya, sohbetin sonlanmasıyla evime yollanmamdan sonra da devam ettiğini bildiğim C., esasında, siz değerli okuyucularıma Pazar yazısı olarak sunduğum bu köşe yazısının oluşmasına sebep olan muhabbet boyunca, sadece ama sadece sesli düşünmekteydi. Evet, çok önemli bir tespit yaptığını sanarak sonlandırılmak isteyen bu paragraf artık kendini imha edebilir. Coşkun gibi.

 

Değerli okuyucularım, rahmetli Oğuz Atay beyefendinin, “Oyunlarla Yaşayanlar” isimli oyununun baş kahramanı Coşkun Ermiş’ten söz ediyorum. Bazı edebiyatçı arkadaşlarımızla geçtiğimiz ay, sevgili Hülya Adak hanımefendinin davetlisi olarak gittiğimiz Sabancı Üniversitesi’nde, birinci baskısı iki sene evvel İletişim Yayınları’ndan çıkan oyunun yer aldığı kitap ile alakalı bir seminer düzenlemiştik. Oğuz Atay düşkünleriyle buluştuğumuz bu toplantıda, üniversiteli gençlerin özellikle bu oyuna karşı sergiledikleri meraklı tavır ve yoğunlaşma arzusu, konuşmacılar olarak bizim de iştahımızı kabartmıştı; öyle ki, dört katılımcı, bahsini ettiğim semineri, “Oyunlarda Yaşayan Oyunlarla Yaşayanlar” ismi altında, tamı tamına kırk iki sayfa tutan önsözünde sadece başlığı deşifre etmeye çalıştığımız bir kitap ile ölümsüzleştirmekte karar kıldık. Bütün bunların, Pazar yazısının esas öznesi C. ile alakasına gelince: Gönüllü olarak giriştiğimiz bu ölümsüzleştirme misyonu dahilinde gerçekleştirdiğimiz görev dağılıma göre, bana iki iş düşüyordu: Birincisi, bir nevrotik olarak Coşkun’u Froydyen ve Lâkancı psikanalizle açıklarken, Atay’ın “oyunu” ile, Lâkancı psikanaliz çerçevesinde ortaya konan “acting out” mefhumları arasında kurulabilmesi muhtemel bağlantıları öne sürmekti ki; şayet başarılı olabildiysem, ki buna karar verecek olan kimse öyle zannediyorum olsa olsa muhterem Terry Eagleton beyefendi olabilir, psikanalitik edebiyat eleştirisinde Atay tarafından temeli bu oyunla bilinçdışısal bir halde atılmış ve sonrasında tarafımdan formülize edilen, “Ataycı Oyun” (Atayian Game) konsepti ile edebiyat çevrelerinde bir çığır açılacak. İkincisi ise, kitabın yapısal örgüsü dahilinde yazarlar olarak gerçekleştirdiğimiz ortak bir yönelimdi: Dördümüz de ayrı ayrı tespit ettiğimiz, Modern Türkiye edebiyatının önde gelen ve popüler isimleriyle “Oyunlarla Yaşayanlar” üzerine sohbetler gerçekleştirecek, onların düşüncelerini ve hislerini kendi algılarımız ve teorilerimizle harmanladığımız makaleler oluşturacaktık. Bugünkü köşemden ayrı sizlere gururla duyurmak isterim ki, Oyunlarla Yaşayanlar’ı çeşitli felsefi ve popüler yaklaşımlar vasıtasıyla incelediğimiz bu eser, önümüzdeki ay yurt genelindeki kitapçıların raflarında yerini alacak. Bugün ise, siz değerli okuyucularıma jest yaparak, kitabı edinmek suretiyle tamamını okuyabileceğiniz, oldukça keyifli ve samimi geçen C. sohbetinin bir kısmını aktaracağım.

 

Kahvenizi hazırlamadan lütfen okumaya başlamayın !
*
“Bütünleme sınavında ise, Atatürk ilkeleri nedir diye soran soruyu, seviş seviş seviş seviş seviş ve seviş diye yanıtlamam sonrasında, okuldan atılmak suretiyle özgürleşebilmemin yolunu açan aylaklık önayakçılarıydı onlar. Coşkun da böyle bir tarih öğretmeniydi gibi geliyor bana, oyunun başında.”
*
A.: Shine on You Crazy Diamond, benim de çok sevdiğim bir şarkı C., ki bence Pink Floyd’un en iyi eserlerinden, ancak bu akşam defalarca dinlememe sebep olarak, anlaşılan bıktırıp soğutacaksın beni bu şarkıdan. C.: Bu şarkıyı sevdiğine inanmıyorum. İnsan gerçekten sevdiğini hiçbir zaman kanıksayamaz, ona doyamaz. Dediklerin doğru ise, bu şarkıyı milyon kere de dinlesen sıkılmaman gerekir. Hele hele bir şarkı Syd Barrett için yapılmışsa.
A.: Sana katılmamakla beraber, bu tartışmayı daha fazla uzatmayacağım. Dilersen esas sohbet meselemize yavaş yavaş yoğunlaşalım. Şahsen, bir dostumla iş adına röportaj yapmanın rahatsız edici yanları var. Belirli bir mesafe, yabancılaşma hissediyorum. Ses kayıt cihazımı bu yüzden getirmedim; her zamanki gibi konuşalım dostum, aldığım notlar ve aklımda kalanlar üzerinden bir yazı kaleme alacağım. “Oyunlarla Yaşayanlar” çıkar çıkmaz okuduğundan haberim var. Biliyorum, kitap üzerine konuşacak çok şey var. Başlamak gerekirse, ilk izlenimlerin neler?
C.: Yanlışın var. Oyunlarla Yaşayanları ilk olarak bundan on iki sene evvel duymuştum. O zamanlar Oğuz oyunu bitirmiş, Yıldız Kenter’e beğendirme uğraşı içerisindeydi. Bunu da hiçbir zaman anlamam; neden bir yazar kitabını başkaları illa beğensin ister, onlardan takdir bekler ki. Yazdın ve oldu, bitti. O sensin, senin bir parçan. Ve kutsal da bir parçan. Onu bayağılaştırmak, ayağa düşürmek neden? Bunu ona söylemedim. Çok önemsiyordu. Her neyse. Değerli bir edebiyatçı dostum sayesinde oyunun bir kopyası elime geçmişti, göz atmıştım. İnsanların duymak isteyeceği türden, beğendim yahut beğenmedim şeklinde bir yorum yapamam. Ak mı kara mı meselesi değil bu. Edebiyat bu değil. Hayat da. Benimki de değil, Oğuz Atay’ın ortaya koyduğu kadarıyla Coşkununki de. Belki de bu benzerlik sebebiyledir, Coşkun’un hikayesi kimi zaman dokunabildi içime. Kimi zaman ise o kadar bıkkınlık verdi ki bana, ağzımda kalan kahvenin acı tadından tut da, İstanbul’daki son otuz yılın en soğuk günü hangisidir’e, bundan on sene önce iki haftadır evimden çıkmayarak deneyim ettiğim hâlet-i ruhiyemin gerek bir tembel hayvanla biyolojik gerekse Oblomov ile olan psişik ilişkisine ve hatta son gördüğüm filmde Woody Allen’in bayağı mı bayağı cinsel oryantasyonlu esprilerine bile yoğunlaştığım oldu. Woody Allen demişken…
A.: Oğuz Atay’ın, Woody Allen’dan ziyade, esas keyif aldığı yönetmenlerin Antonioni ve Bunuel olduğunu biliyor muydun?
C.: Hayır. Umrumda da değil ama kutlarım. Oğuz’dan bahsetmişken, karşılıklı sohbetlerimizden onun “oyun” meselesi üzerine bir obsesyon geliştirmiş olduğunu düşünüyorum. Oyun derken, bildiğimiz sahneden bahsetmiyorum, biliyorsun, bu konuyu ele aldın makalende. Ancak bence Oğuz, senin öne sürdüğün gibi değil de, oyun kavramını, kendi nevrotizminden çekip çıkaran bir adamdı. Yani, demek istediğim, bu bilinçli olarak, sınırlarını çizdiği, formülize ettiği bir konsept değildi. Olmamalı da. Ama siz akademisyenler, bir yazarın yaratıcılığından çıkan herşeyi kalıplara uydurmak merakındasınız. Lanet olsun. Bu beni rahatsız ediyor. Kitabını da okumayacağım.
A.: Saygı duyuyorum, ancak…
C.: Daha spesifik olmak gerekirse… Oyunu okumaya başladığımda içimi büyük bir heyecanın kapladığını hissettim. Atay, sahneyi tarif ederken, iki ayrı türden bahsediyordu: Ev ve evin dışındakiler; ama evin dışı öyle bir kurgulanmış ki, olay içeride mi dışarıda mı geçiyor belli olmayacak. Sahne üzerinde, seyirciler önünde bir çelişki, ikilem yaratma olayı. Brecht desen, değil, başka türlü bir şey bu. Brecht’te oyun ile oyundışılık ayrımı mevcuttur, bunda ise yok. Aklıma gelen fikir esasında neydi biliyor musun? Coşkun’un varlığının, evin içinde de olsa, dışında da olsa, mütemadiyen yanında yöresinde, fiziksel olarak olması şart değil, manevi anlamda başka birilerinin daha varlığını hissettiriyor olması. Ben bu duyguya sevgilimle evde yalnızken tanık olduğumu anımsıyorum. Beraberdik, yalnızdık, ikimizdik, ancak beraber yaptıklarımız gerçek değildi, oyun da değildi. Odadaydık, ancak değildik de. Ben tümüyle var iken, o sadece bedeniyle benimleydi. Sürekli birileri gözlüyordu onu. Üçüncü kişiler sürekli yanımızdaydı. Oyunlarla Yaşanlar’ı seyreden seyirci gibi. Senin, dişe dokunur bir lafın vardı bu durumu tanımlayan, ender beğendiğim kalıpsal savlarından, neydi?
A.: Yapısallık’tan söz ediyorsun. Lâkancı bir okuma çerçevesinde, oyunun, sahne – seyirci ilişkisinden bahsediyordum.
C.: Harikasın. Yapısallık. Yapısalcılık. Her neyse. Sonra dostum, oyunu okumaya başladım. Büyük bir hayal kırıklığı. İşte bahsettiğim Woody Allen filmlerinden sahnelerin aklıma geldiği anlar falan. O kadar bir bıkkınlık yani. Coşkun kimdir, nedir, bakıyorum. Oyunun sonlarına doğru biraz akıllandı nihayetinde. A-DA-KO eğilimleri. Oraya da geleceğim. Başta devrimden falan bahsediyordu. Tipik bir lise tarih öğretmeni zaten. Oğluna çıkışıyor, Fransız devrimiyle dalga geçme diye. Saçma mısın sen? Lisedeki tarih öğretmenlerimden yana hoşnutluklarımdan biri, ders esnasında ciğerlerimde alev alev yanan sigara içme dürtüsünü harlamalarından ileri gelirdi. Yahut dersin yarım saati geçmişken sınıfa girdiğimde takındıkları serserisin sen serserisel yüz ifadeleri. Git geç kağıdı getir ve ceza ödevi olarak Napolyonu anlat bana şeklindeki emirlerinin hiçbirine uymayarak dersten kalmanın bende yarattığı heyecandı. Bütünleme sınavında ise, Atatürk ilkeleri nedir diye soran soruyu, seviş seviş seviş seviş seviş ve seviş diye yanıtlamam sonrasında, okuldan atılmak suretiyle özgürleşebilmemin yolunu açan aylaklık önayakçılarıydı onlar. Coşkun da böyle bir tarih öğretmeniydi gibi geliyor bana, oyunun başında. Çevresine çok kafayı takan biriydi. Oğluna, karısına. Yazmaya çalıştığı oyununa. Kendisine. Hayalini kurduğu oyunu, kendisini sınırlayan kalıplar dahilinde kaleme alma derdindeydi. Telaşları vardı, yıkmak istedikleri, ki bu bazı yönlerden saçmaydı. Şöyle bir şey dediğini hatırlıyorum, yanlışsam düzelt beni: “Düşüneceğim, bu memlekette suç sayılan ne varsa hepsini yapacağım.”
A.: Aynen öyle. Saffet’le bir sohbetinde söylüyordu bunu, heyecan içinde. Seni tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki, gayet “kalıp dışı” davranmayı seven birisin ve böyle bir yaşam tarzın var esasında. Pekala, Coşkun’un bu çıkışını neden saçma buluyorsun?
C.: Dediğin gibi, şu diline pelesenk olan, tırnak içinde yapısallık dahilinde, gün be gün kendini tekrar eden çoğu şeye eleştirel bakıyorum. Evlilik kurumu, kadın erkek ilişkileri, gibi. Nasıl desem, hani, bunlar toplumsal ilişkilerin temelinde yatan yapılar. İnsanın hayatına devam ederken bu yapılara hapsolmasına karşıyım. Çünkü bunlar onu sınırlıyor, tutsak ediyor. Özgürlüğünü elinden alıyor. Oysa bilirsin, ben, sevişen iki kişinin kurduğu bir toplumdan yanayım. Haftanın belirli günlerinde et ete sürtünmekten başka paylaşacak çok şeyi olan iki kişinin kurduğu toplumdan. Gelelim esas meseleye. Coşkun, düşüneceğim derken, politikadan bahsediyor aslında. Politika benim umurumda değil. Düşünmek suç değil; onu ulu orta yazmak suç olabilir. Ama bak şöyle söyleyeyim; düşünmeyi suç olarak algıladığın takdirde, bu sefer aslında devlet denen hayal mahsûlü bir kavramın seni, kendi kafanın içinden gözetlediğini kabul etmiş oluyorsun. Yani, kendinle, yalnızken, başını iki elin arasına almış düşünürken, sadece ve sadece kendi, saf, sana özgü duyguların ve fikirlerinle baş başayken, düşündüklerinden ve hissettiklerinden dolayı kendini suçlu görüyorsan, o zaman demin anlattığım sevgilimden bir farkın kalmıyor demektir sevgili Coşkun. Gözetlenmeyi içselleştirmişsin bir kere, neden kendini özgürleştirmiyorsun? Neden korkuyorsun? Demek istediğim buydu hani, Coşkun’un oyun başındaki bu hali beni yedi, baydı, bitirdi.
*
“Saffet oyun boyunca hayranlıkla takip ettiğim bir karakterdi bu arada. Coşkun sürekli bir dertlerde, meşgalelerde, yazacağı bir oyunla milyonlarca insanı kurtaracakmış gibi triplere girerken ve çelişkilerini, hayallerini vesairesini Saffet’e anlatırken, o, bence Coşkun’u hep hafife alıyordu.”
*
A.: Bana sorarsan, Coşkun’un kafasında kurduğu, daha iyi ve yaşanılır bir dünyaya dair hayaller mevcuttu diyebilirim. Bu çerçevede kendince doğruları, yanlışları vardı. Politik kaygıları da vardı elbette. “Gerçek dediğim şeyi buldum, biz büyük bir milletiz Saffet” derken, içinde yaşadığı toplumun potansiyeline dikkat çekiyordu. Bireysel buhranları da vardı. Örneğin Saffet’e, “ben kolay karar veremem” derken aslında içsel bir bunalımını itiraf ediyordu. “Filmlerin kötü tesiri” derken de, toplumsal bir görsel kültür eleştirisi yapıyordu diyebilirim.
C.: Sahi mi? Bak, bireysel bunalımına diyecek sözüm yok ama kolay karar veremediğini söyleyen bir adam, nasıl oluyor da koskoca millet ve sinema hakkında böyle kesin yargılara varabiliyor? Aynı paragraf içinde çürüttün kendini görüyor musun? Hele Coşkun. Bu adam, hayatında uzun yıllar boyunca peşinden koştuğu bir toplumsal soruya karşılık, bula bula “biz büyük bir milletiz” gerçeğini mi buldu? Böyle anlamsız, saçma bir şey olabilir mi? Biz dediğin kim bir kere? Ben yokum o bizin içinde, diyeyim. Bir insan, hayatını böyle bir işe nasıl adayabilir ben bunu anlamıyorum. Kendi hayatını yaşamak, özgürlüğünün tadına varmak varken. Kimin okuyacağını, beğeneceğini umursamadan bir kitap yazmak, şarkı yapmak, kim ne der demeden elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda sabaha kadar dolaşmak, yaşlanınca sonum ne olacak demeden anı yaşamak, geçim derdi, falan eşyayı alayım filan kişiyle tanışayım demeden yaşayıvermek, karşına çıkan güzel bir kadına kendini bırakıp sevişivermek, hayat kadınıydı ilkti sondu bekaretti değildi diye düşünmeden özgürce cinselliğini yaşamak, sinemaya girip bir film seyrederek seni saran boğan sömüren yıkan bütün bir toz yığınından silkinmekten başka ne bekleyebiliriz yaşamlarımızdan? Filmleri neden mi övüyorum? Bunu daha önce tartıştık enine boyuna hatırlarsan. Bana ideolojik fonksiyonlar, yapısalcı düşünce, Althusser vesaire falan diyordun. Şunu söyleyeyim: Esasında hiçbir sakıncası yokken sokakta bir bankta sevişemeyen çiftin, sığınma yeridir sinema. Demin bahsettiğim üçüncü kişileri yok eden bir büyüsü vardır. Sevgilisiyle izlemeyenler için ise, hayallerin karşılık bulduğu, anıların, acıların, hüzün ve sevinçlerin en saf halleriyle anımsanmak suretiyle yeniden deneyim edildiği mekanlardır. Böylece insan, bir film izlediğinde, özünü yeniden keşfetmiş, onunla yeniden buluşmuş olur. Çıktığında ise hayatın monotonluğuna kaldığı yerden devam eder.
A.: Aslında, anıları canlandırma, noktasında bahsettiklerin, Deleuze’ün sinemasal zaman-imge teorisine uyuyor C.. Ancak bazı filmlerin, bireyleri esasında özlerine kavuşturmaktan ziyade, süregelen toplumsal düzenle uyuşturma çabası olduğunun da altını çizmemiz gerektiğini düşünüyorum. Belki de Coşkun bu noktayı vurguluyor, ne dersin?
C.: Alparslan, ben sana Coşkun’un vurguladığı noktayı söyleyeyim. Bu arada, suratını ekşitiyorsun, viskiyi beğenmediysen, ki otuz altı senelik ve dünyanın en iyilerinden, bir zamanlar çok sevdiğin Tekel votkası da dolapta mevcut, kendisiyle buluşabilirsin. Yahut hafif likör beğen kendine, alkolle aranın bozulduğunu biliyorum.
A.: Aynen. Viski harikulade. Ama bilirsin, sert içmeye gelince, rakıyı tercih ediyorum genelde.
C.: Ahahaha. Sen de Coşkun’un tadındansın desene. Dikkat etmedim sanma, o da rakılaşıyordu arkadaşlarıyla, dünyanın en saçma gerçeğini bulduğu esnada. Ne diyordum, evet, filmden bahsediyordum. Coşkun’un oyunun başında filmleri eleştirmesinin tek sebebini söyleyeyim ben sana: Toplumun onda yarattığı kalıplara uymak zorunluluğunu duyması. Filmler bir kaçış, anlattığım gibi, ama Coşkun bu kaçışı kabullenmiyor, çünkü, yani resmen konu komşu ne der pozisyonunda. Bir de, içiyor diyorduk, oradan konuyu bağlayacaktım, neydi… Tamamdır, sonra, bir saniye kitabı alıyorum, dediğine bak, hele bak lütfen, “bize bu dünyada milletçe bir görev verildi Saffet”. Aman aman. Dediği adam da Saffet hani. Enver Paşa falan değil. Saffet oyun boyunca hayranlıkla takip ettiğim bir karakterdi bu arada. Coşkun sürekli bir dertlerde, meşgalelerde, yazacağı bir oyunla milyonlarca insanı kurtaracakmış gibi triplere girerken ve çelişkilerini, hayallerini vesairesini Saffet’e anlatırken, o, bence Coşkun’u hep hafife alıyordu.
A.: Biraz ağır bir yorum değil mi ama? Çok yakın iki dosttan bahsediyoruz. Yoldaşlar bir anlamda, aynı amaç uğruna efor sarfediyorlar oyun boyunca.
C.: Değil. Neden ağır olsun ki. Seninle de çok yakın dostuz ama ben de seni gayet hafife alıyorum, senin tabirinle. Çünkü bazen çok karmaşık hale getiriyorsun hayatını. Basit şeyleri o kadar karmaşıklaştırıyorsun ki, değmeyeceğini bilmiyorsun. Bu dediklerimi yaz, okuyucuların da bilsinler seni. Hafife almak derken, şundan bahsediyorum; bence Saffet olmasaydı, Coşkun gündelik hayatını bir oyuna çeviremezdi. Dikkat et bak, oyun boyunca, Saffet’in olmadığı hiçbir tane Coşkun oyunu var mı? Coşkun hikayenin ana karakteri, ancak kendi evinde dahi geçen oyunlarda bile Saffet ona eşlik ediyor. Coşkun’un gündelik, sıkıcı, bayağı, monoton, baskıcı hayatından, bu oyunlarla kaçmasını sağlıyor. Saffet’e, ilk ateşi yakan, Coşkun’a kaçma şevki ve cesareti veren kişi olarak bakıyorum ben. Hatta bak dikkat et yine, Coşkun ciddi bir mesele üzerine konuşur ederken bile, Saffet onu alaya alıyor kimi zaman. Oyunu okurken beni en çok keyiflendiren şeydi; Saffet’in gerçek bir insan olmasını isterdim ve yakınlarımda olmasını. Hiçbir meseleyi önemsemiyor, kendine güvenli. Bazen Saffet’e özeniyorum biliyor musun? Hayatımda edindiğim o rahatlayış hissini, bazen bir film izleyerek, bazense bir kadının bacaklarında bulabilirken, ki bu aktiviteler günümün ancak ve ancak altıda birini doldurabiliyor, Saffet istese durmaksızın oyun oynayabiliyor. Coşkun ötede beride sürekli kendince büyük hayaller peşinden koşarken ve bu uğurda evrende gelmiş geçmiş en berbat ve iğrenç tez olan biz büyük bir milletiz’i ortaya atarken, Saffet gayet rahat, sadece anı yaşıyor ve daha da önemlisi, yaşatıyor. Onun gibi bir yol arkadaşını kim istemez ki? Ne yazık ki böyle insanlar sadece romanlarda var oluyor. Off.
*
“Uzun lafın kısası, Coşkun aslında benliğinin gerçeğini arama yolunda, sıradan bir kadının öpücüğüyle ayağa kalkacak kadar da basit bir insandı. Bu haliyle, ultimate loser oluyor kendisi.”
*
A.: Biraz da oyunlardaki kadınlardan bahsedelim. Senin kadınlarla olan ilişkilerini, onlara bakış açını bildiğim için, Saadet nine, Cemile ve Emel’e nasıl baktığını da, kişisel olarak merak ediyorum.
C.: Evet, seninle bu konularda dertleşmelerim, sonuç itibariyle, Oedipal, seks düşkünü, takıntılı, bunalımlı, deli, manyak, psikopat bir insan olduğumu öne sürdüğün bir makale ile yüzüme vuruldu, eksik olma. Yahu, Cemile’i soruyorsun da, ne diyebilirim ki. Konuşacak birşey yok yani, gayet sıradan, gereksiz bir insan. Benliğini hayatın otomatik çarklarına çivilemiş, kendine özgü herşeyi kenara atmış, tükenmiş, körelmiş, muhtemelen sevişmeyi bilmeyen hatta film bile izlemeyen biri. Hayatta var oluş amacı, Saffet ve Coşkun’un güzelim oyunlarının içine etmek gibi geliyor bana. Saffet tarafından özgürlüğüne kavuşturulan Coşkun’u yeniden sıkıcı hayatına geri çekmek gibi bir işlevi var kendisinin. Onun gibi onlarcasıyla rastlaştım hayatımda bugüne kadar. Cemile gibi olduklarını farkettiğim anda kaçıyordum. Onların hayatları evlenerek başlar, çocuk yapma, onunla uğraşma ve ev geçindirme telaşlarıyla devam eder, derken, ya böbrek yetmezliğiyle ya da bunama ile son bulur. Şarampole yuvarlanmakla sonuçlanan bir trafik kazasıyla, kaya tırmanışı esnasında halat kopmasıyla, okyanusta açılıp, vuran akıntı ile boğulmak suretiyle, üç gün üç gece aralıksız seviştikten sonra kalp spazmı geçirerek, hayatın tekdüzeliğinden bunalıp ağzından içeri soktuğu silahı ateşleyerek yahut boğaz köprüsünden aşağı atlayarak dahi bile ölemezler onlar, evlerindeki domestik alanlarından dışarı adım atma ihtiyacı duymadıkları için. Üstüne, kemirgendir bunlar; yakınlarındaki insanları da bitirir, tüketirler. Coşkun’un takdir ettiğim üç beş davranışından biri, oyunun sonlarına doğru Cemile’yi terk etmeye karar vermesiydi. Aslında hiç başlamaması gereken bir ilişkiydi bu. Daha doğrusu, zorunlu iskan gibi birşey. Ancak Coşkun da sonuç itibariyle bir lise tarih öğretmeniydi ve bu açıdan Cemile ile bir an için tencere kapak uyumu söz konusu olmuş olabilir zamanında. Coşkun nasıl bilebilirdi, günün birinde Saffet gibi bir dostu olacağını, her gün oynayarak, “gerçekten yaşamayı” becerebileceğini? Bilemezdi elbette. Bunu öğrenebildiği için takdir ediyorum Coşkun’u. Cemile’yi terkedebilmesi de bu yüzden önemli. İşte tam bu noktada A-DA-KO devreye giriyor. Ağaç Dalı Kompleksi. Dalın, ağaç gövdesinden kaçma eğilimi. Özgürlüğe susamışlığı. Tedirgindir A-DA-KO’ya tutulan insan. Coşkun gibi.
A.: Emel sence bu denklemin neresinde duruyor?
C.: Bu soruyu bana yöneltmekteyken, hayat denklemlere indirgenemez diyeceğimi bildiğinden adım gibi eminim. Hem, Emel bu denklemin bir yerinde falan durmuyor, ötesinde duruyor, ona durmak denilirse eğer. Emel de gayet boş bir insan, kendimi tekrarlamak istemiyorum. Cemile’ye kıyasla artıları mevcut, genç ve güzel. Oyunculuk yaptığından, bir şekilde sanatın içinde yer almaktan hoşlanıyor ve bu durum, onun biraz olsun sahte yaşamının dışında gerçek bir haz ile buluşmasını sağlıyor. Bence Emel olmasaydı, Coşkun Cemile’yi öyle kolay bırakamazdı. Coşkun tam bu sıralarda kendini buldu demiştim ya sana, bir sebebi de şu: Emel ile cinselliğini yeniden keşfetmesi. Oh be sevişmek varmış, diye düşündü Coşkun büyük ihtimalle. Sevişmeleri esnasında, üçüncü gözler sanıyorum ki mevcuttu yine, fakat bu, hiç sevişmeyerek yaşamaktan daha iyidir. Ancak işte, bu tam olarak sevişmek de değildir. Gerçek değildir yani. Ancak Coşkun için, benliğini yeniden keşfetmesi yolunda bir adımdır. Benim dikkatimi çeken şu oldu: Oyunun ilk perdesinin sonlarına doğru, Coşkun gayet karamsar, umutsuz, şu saçma sapan vatan millet teorisiyle kafası meşgulken, Emel geliyor, öpüveriyor Coşkun’u. Coşkun birden hareketleniyor, canlanıyor, kendinden geçiyor, benim umudum var, demek beni de dinleyenler olacak, gibisinden sayıklıyor. Hadi bunları geçtim, ki geçilecek bir mesele değil ama geçtim, aklıma dahiyane bir fikir geldi moduna girerek, demek bütün yaşantımın bir anlamı varmış diyor, seyirciye yaklaşıp. Patron Servet içkiden sızmış halde orada uyuklamasa, “Coşkun, seyirciye oynama Coşkun!”, derdi herhalde. Bunu da neden söylediğimi bilmiyorum, ki başarılı bir espri değildi, ki zaten espri yapmam, yapılanları bilirim, hepsi gayet sıkıcı, tekrardan ibarettir ve insanlar anlamsızca gülerken bana her birinin yüz kasının farklı gevşediğini gözlemlemek düşer. Uzun lafın kısası, Coşkun aslında benliğinin gerçeğini arama yolunda, sıradan bir kadının öpücüğüyle ayağa kalkacak kadar da basit bir insandı. Bu haliyle, ultimate loser oluyor kendisi. Dikkat edersen, ikinci perdede Emel’le konuşurken, Cemile ile alakalı olarak diyor ki, onu yazacağım oyunda rezil edeceğim, mahvedeceğim, falan filan. Bu türden dertlere sahip olan bir adamın benliğini keşfedip kendini özgürleştiremediği düşüncesinden yola çıkarak Coşkun’u mu eleştireyim yoksa Cemile’ye bir kere daha Türk dilinin bütün nahoş ifadeleriyle mi saldırayım yoksa Emel, Coşkun’un kalıplarını kırmasını sağlayamadı diye ona mı kızayım bilemedim. Gerçi Emel’in böyle bir görevi yok Coşkun’la olan ilişkisinde. Coşkun’un Cemile’den ayrılması doğru karar ancak benliğinin kurtuluşunun geçtiği yoldan yürürken, Emel’i de yanında götürmek istiyorsa, işte bu içine düştüğü büyük yanılgı. Biliyorsun dostum, hayat bu şekilde ilerlemiyor. Hep yalnızız, kendi başımızayken aslında O’nu arıyoruz, ancak bulamamakla geçiyor günlerimiz. Kimi zaman geliyor, belki çok yaklaştığımız oluyor O’na, fakat sonunda yine bir başımıza kalıyoruz. Kaldı ki “O”, Coşkun için asla Emel değildir, olamaz. Hiçbirimiz için değildir. Cemile de Emel de. Kimi insan vardır, Cemile yahut Emel’i, “O” sanar, ama aslında yanılıyordur çünkü kendi benliği çıkmazdadır, körelmiştir ve dolayısıyla çevresini yanlış algılıyordur. “O”, hiçbir zaman tanımayacağın, konuşamayacağın ancak arama eylemini de sonlandırmayacağındır. Yahut tek bir an tanıyıp, konuşabileceğin de olabilir. Tek bir an ama. Bir tek. O. Tanıyıp, karşılaşıp, konuşup, görüp, koklayıp, tadıp, ayakta sevişip… ölürsün, gibi …
*
“Bütün aciziyetine, çaresizliğine, acınasılığına, ultimate loser’lığına rağmen Coşkun’u bu yüzden seviyorum: O, bireyin, Aylak Adamlığa evrimini sembolize ediyor.”
*
A.: … Çok derin bir konuya adım attın. Şimdi bu sessizlikten seni nasıl çekip çıkaracağım diye düşünüyorum. Saadet nine hakkında ne düşünüyorsun peki?
C.: Bize ne Saadet nineden şimdi. Biraz daha votka?
A.: Sağol, almayayım. Senin de artık dur demen gerekiyor kendine. Yoksa kanepede sızıp kalacaksın.
C.: Sanki hiç yapmadığım şey, lafa bak. Sert ve bol miktarda içkiden sonra kanepede sızıp kalmaktan güzel ne olabilir ki?
A.: Güzel bir uyku çektikten sonra ertesi gün uyanıp 11 matinesiyle Godard’ın Detective’ini görmek ve sonrasında Emirgan’da kahvaltı yapmak olabilir. Ne dersin?
C.: Godard’ı artık beğenmiyorum. 60’lar ve 70’lerdeki gibi filmler yapmıyor.
A.: Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar’ın tiyatrocular tarafından beğenilmemesi üzerine “Belki de önemsenecek bir iş yapmıyorum” demiş. Bunu nasıl yorumlarsın?
C.: Godard’ı da önemsemiyordum ki önceki dönemlerinde. Oğuz doğru söylemiş. Ben de önemsemiyorum Oyunlarla Yaşayanlar’ı.
A.: Sabahtan beri hakkında çene yormana rağmen?
C.: Evet, sabahtan beri hakkında çene yormama rağmen. Tam da bu yüzden önemsemiyorum edebiyatı diyebilirim. Gerçi, biri hariç. Geçenlerde okudum Anayurt Oteli’ni. Metin beni boşluğa düşürdü, varlığımdan izler vardı üzerinde. Konuşamadım. Garip hissiyattı, tanımlamaya da uğraşacak değilim, bu yüzden üzerinde fazla durmadım. Ancak peşim sıra kovalıyor beni. Atılgan’la bu durumu paylaşma hatasını yaptığımda ise bana, benden bir sır saklıyormuş gibi sinsice gülümsedi. Hiçbir şey söylemedi. Sen de gülümsüyorsun. Ben mi deliyim, yoksa benden başka herkes mi?
A.: Sence Coşkun da böyle düşünmüyor muydu?
C.: Mesela?
A.: Hatırlarsan, mezarlıklar ile alakalı nutuk attığı bir pasaj vardı oyunda. Evdeki insanlar, Saffet dahil olmak üzere, tuhaf bakışlarla süzüyordu Coşkun’u. Coşkun ise sonrasında Emel ile konuşurken, tam olarak, “ölümle alay eden birini taklit ediyordum, onlar geçici bir delilik nöbetine tutulduğumu düşünüyorlardı herhalde” diyordu.
C.: Hatırladım. Bilmiyorum. Yani, Coşkun’da normal olmayan çeşitli insan davranışları var. Gayet sıradan ve klişelere bağımlı olanların yanında. Ancak Coşkun’un, ben deliyim yahut ben deli değilim şeklinde kendi içinde yargılara gittiğini sanmıyorum. Bu durumu A-DA-KO ile beraber düşünmemiz gerekiyor. Çünkü deliliğini yeni yeni keşfediyordu Coşkun. Yıllarını tarih öğretmenliğiyle boşa harcamış bir adamdan bahsediyoruz Alparslan. Yine yıllarını, en az defolusu baz alınarak seri imalata bağlı üretimi yapılırcasına, dünya yüzünde milyarlarcasından gözlemlenebilecek bir kadın cinsi ile geçirmiş bir adam. Ayrıca bunak bir kayınvalidesi ve yeryüzünde her bir faydalı şeyi üretmiş de insan üretmeye kalkmışlığından peydah çocuğu bile var. Böylesine bir molozun altından sıyrılmak kolay gözükmüyor başta. Ancak aslında çok basit: Delilik. Gündelik hayatın tekdüzeliğine isyan etmek suretiyle alternatif ve gerçek dünyanı yaratmaya koyulmuşsan, toplumca normal karşılanmayan davranışlar göstermek zorundasın. Deliler, özgüvenleri zirve yapmış insanlardır. Hem, sen, normal davranışlar sergileyerek, seni bozan bu sistemin içinden giderek mutluluğa kavuşamazsın. Hele ki demin bahsettiğim gibi bir enkaz altındaysan. Bak, demek istediğim şu esasında: Coşkun’un deliliğini tanımlamaya uğraşmaktan ziyade, onu kanıksayabilmemiz gerekiyor. Neden mi böyle diyorum, çünkü; şayet deliliğini tanımlarsak, bu sefer onun deliliği, delilik olmaktan çıkar ve tırnak içinde söylüyorum, normal potasına, giriş yapmış olur. Siz akademisyenlerin yaptığı gibi. Efendim, Coşkun’u tanımlayalım! Sebep? Söyleyeyim: Aman kimse Coşkun gibi olmasın. Hep derim, biz insanlar, dünya üzerinde sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürürüz aslında. Bu esnada kimi zenginliğine, malına mülküne, kimi çocuğuna, karısı, kocasına, kimi ise işine, sanatına tutunur. Ben ise tek gerçek olan, gerçek sevgiyi arıyorum tutunmak için. O’nu. Beni gerçekten duyabilen birini. Merkezine dik çekemediğim, teğet dahi geçemediğim ancak silüetinin farkındalığıyla beraber hayaliyle yanıp tutuştuğum birini.
A.: Coşkun’un deliliğini övmektesin, kanıksamamız gerektiğini söylemektesin fakat sözünü ettiğin felsefe dahilinde Coşkun, gerçek sevgi arayışçısı bir Aylak Adam olmaktan çıkmış olmuyor mu? Coşkun, sadece oyun yazmak isteyen ve hiçbir zaman tamamlayamadığı oyunu bir yana dursun, yaşamını oyunsal bir hüviyete büründürerek idame ettiren biriydi. Coşkun neyi arıyordu? Günün birinde herkesin izleyeceği bir oyun yazabilmeyi mi?
C.: Alakası yok. Dediklerim anlaşılmadı. Nasıl izah etsem… Coşkun neyi aradığını bilmiyordu. Oyundan bahsedip duruyor, bir gün gerçek bir tiyatroda oynanacak ve herşey düzelecek diyor falan. Ancak, oyun derken neyi kastettiği belli değil. Ortada belirli bir oyun falan yok. Coşkun’dan şu yüzden umutluyum: Cemile’den kaçıyordu. O talihsiz kemirgenden üstüne başına saçılan tozları silkelemeye karar verdi. Bunun için Emel’e yakınlaştı. Emel’i, “O” sandı. Yanıldı. Ve yanıldığının tam farkına varmaktaydı ki, öldü. Bütün aciziyetine, çaresizliğine, acınasılığına, ultimate loser’lığına rağmen Coşkun’u bu yüzden seviyorum: O, bireyin, Aylak Adamlığa evrimini sembolize ediyor. Coşkun, hayatında gerçek sevgi, özgürleşme, O’nu bulma ve O’na yönlenme arayışına kırk beş yaşından sonra başlayabildi. Talihsiz adam. Oysa ben, daha çok küçükken, annem öldükten sonra, kahrolası babam teyzemin bacaklarına dokunduğunda başlamıştım. Nereden baksan elli sene geçti üzerinden.
A.: Gayet iyi anlıyorum. Ve dikkat et, beni sürekli bazı şeyleri tanımlamakla suçluyorsun ancak sen Aylak Adam felsefesi gibi birşeyi neredeyse tanımlamış durumdasın. Bu bir çelişki değil mi?
C.: Birincisi; gibi eki fazla. Felsefesi. İkincisi; ben tanım yapmıyorum, teorilerimle yepyeni yol haritaları çiziyorum insanlığa. Siz, var olan yaşanmışlıklar üzerine giderek, onları kalıba oturtmaya çalışıyorsunuz, ben ise yepyeni bir yaşanılacaklık üretiyorum. Ancak sizden kurtuluş yok. Herkese rica ettim ancak sen dahil kimse sözünde durmadı. Yaşanılacaklıklarımı formülize etmeye uğraşmayın. Ego düşkünlerisiniz. İnsanlığa hizmet etmek umurunuzda değil.
A.: İnsanlığa katkı noktasında biraz durmak gerekiyor bence. Oğuz Atay ile bir sohbetinde ona “yaşanılacaklık” üzerine düşüncelerini aktardığını söylemiştin. Pekala sence, bir yazar olarak Oğuz Atay’a, bu anlattıklarının hizmeti dokundu mu?
C.: Oyunlarla Yaşayanlar, benim fikirlerimden etkilenmiş bir yazarın kaleminden çıktı sevgili Alparslan. Oğuz ile aramızda aslında bir bağ vardı bu noktada. Tutunamayanlar’ı ele alacak olursak, Oğuz’un bu romanda kurgulamak istediği bazı fikirler ile, benimkilerin örtüştüğünü görüyorum. Şimdi bu tartışmaya girecek gücü kendimde bulamıyorum, bu saatler sürecek apayrı bir söyleşinin konusu olur. Fakat oyun ile alakalı olarak şunu söyleyebilirim, Oğuz, keşke Saffet’in biraz daha üzerine gidebilse, onu okuyucu ve izleyici ile daha yakından buluşturabilseydi. Daha önce bahsettiğim gibi, oyunu oyun yapan Saffet’tir, başkası değil. Bakar mısın oyunun sonuna; Coşkun ölüyor, Servet denen adam olayın telaşı içerisinde, e ölü görmüş, normaldir! Ya Saffet? Adam oynamaya devam ediyor! Yanıbaşında en yakın dostunu kaybetmiş bir adam. Oynuyor. Aslında oynamıyor, Coşkun’u yaşıyor. Onu kutsuyor. Ancak emin ol, bir ölünün cenazesi kaldırılırken alkış tutan insanlar gibi sahte, ultra egoist, formal, tarzcı, şekilci, hayatında bulduğu en ufak ölü ertesi fırsat içinde nasıl ederim de, tırnak içinde diyorum, şova tutunurumculuk yaparım!, peşinde koşan onlar yüzler gibi değil.
A.: Sende yıllar ilerledikçe çeşitli etik kaygıların oluşmaya başladığını görüyorum. Neyse dostum, uzun ve dopdolu bir sohbet oldu. Sabahı getirdik, yorulduk. Ağzına sağlık. Bütün içten paylaşımların için teşekkürler. Eminim okuyucularım da Pazar günkü köşemde seninle buluştukları an çok etkilenecek ve sohbetin tamamını okuyabilmek için sabırsızlıkla kitabın çıkmasını bekleyecektir. Son olarak söylemek istediklerin var mı?
C.:
A.: C.?
C.: Yok artık gidin başımdan…
A.: Bugün, Godard…
C.: Lütfen?
A.: Pekala.
C.: Son bir şey.
A.: Evet?
C.: Coşkun’un garsondan nefret etmesini Oğuz’a ben söylemiştim.
*
Önümüzdeki hafta görüşmek üzere, hepinize iyi pazarlar değerli okuyucularım!