Festus Okey ve Mehmet Aurelio. İkisi de Türkiye’ye futbol oynamak için geldi. Aurelio 2006’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Okey 2007’de Beyoğlu Polis Karakolu’nda bir polisin silahından çıkan kurşunla hayata gözlerini yumdu. Bugün 2011 sonlanırken hala iki ismi konuşabiliyoruz. Aurelio 34 yaşında, Türkiye Milli Futbol takımı için oynamaya devam ediyor ve Beşiktaş futbol takımın değişmez oyuncularından biri. Okey cinayeti davası ise halen daha sonuçlanmış değil. 17 Kasım’da gerçekleşen 15. duruşmada polis memuru Cengiz Yıldız için 6 yıla varan hapis cezası istendi. Sırf Okey’in kimliğinin belirlenmesi amacıyla ertelenen onca duruşmadan sonra, bu bile bir gelişmeydi.
Türkiye’de biri mülteci diğeri göçmen, iki “dışarılı” Festus Okey ve Mehmet Aurelio’nun kaderlerindeki çarpıcı karşıtlık, keşfedilmeyi bekleyen bir bulmaca gibi önümüzde durmakta. Bu bulmacanın esas ayaklarını ise “vatandaşlık” olgusu üzerinden işleyen dahiliyet ve dışlama mekanizmaları oluşturuyor. Toplumdan vahşice dışlanmış bir birey olarak Okey, bugün yalnız ölümüyle var ve kendi tanıklığını yapacak durumda değil. Topluma kutlanarak dahil edilmiş Aurelio’nun hikayesi ise, Okey’in hikayesizliğini anlamak için oldukça önemli bir fırsat sunuyor.
İşte tam da bu karşıtlık dahilinde vatandaşlık ve yabancılık arasındaki çizgiyi yeniden incelemeye tabi tutmak gerekiyor. Aihwa Ong’a göre vatandaşlığa kabul edilen bireye bir haklar bütünü sunulur, ancak bununla beraber yeni vatandaşın belirli kültürel, sosyal normlar çerçevesinde davranması beklenir. Paul Silverstein ise vatandaşlığa kabulun, topluma kabul demek olmadığının altını çizer; vatandaşlığa kabul edilmiş bireyin, kültürel ve sosyal normlara uygun belirli eylemler sergileyerek kendini “kanıtlaması” gerekir ve bu durum bazı baskıları beraberinde getirir.
Aurelio’nun hayatı, vatandaşlığı bu tür bir süreç olarak resmetme açısından önemli izler sunuyor. Aurelio 2001’de Brezilya’nın Olaria takımından Trabzonspor’a transfer oldu. Beş sene ikametten sonra, 2006 yılında Aurelio’nun milli takımda oynayabilmesi için vatandaşlığa alınması gündeme geldi. Dönemin federasyonu ve teknik direktör Fatih Terim’in isteği doğrultusunda Aurelio’nun vatandaşlığa kabul süreci hızla sonuçlandı ve Aurelio milli takımda maçlara çıkmaya başladı.
Homojenist bir algıyla örülmüş “millet” anlayışının hakim olduğu bir futbol ortamında, milli takımda ilk defa bir “yabancının” yer alması alışılagelmiş birşey değildi ve bazı tartışmaları beraberinde getirdi. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının “Türklük” ile eş algılandığı bir zeminde Aurelio, öncelikle “Mehmet” ismini “severek” aldığını söyledi, medyada yer alan röportajlarda fırsat buldukça “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “En Büyük Türk Atatürk” dedi. Onun bu eylemleri sürerken, taraftarlar Aurelio’dan “sünnet olmasını” talep etti; Aurelio ise “ben zaten sünnetliyim, annem beni küçük yaşta hastalıklardan korumak için sünnet ettirmişti” dedi.
“Dışarılı” bir vatandaş olarak Aurelio, toplumun bütün taleplerine özenle karşılık veriyordu; bunların en sorunlusu ise dil meselesiydi. Taraftarlar Aurelio’ya Türkçe’yi bir Türk gibi ne zaman konuşacağını soruyor, Aurelio ise “derslerime devam ediyorum, yakında” diye cevap veriyordu. Burada tartışma bir milli maç öncesi “İstiklal Marşı” noktasına yoğunlaştı. Milli marşı okuyamayan Aurelio’ya futbol yorumcusu Kazım Kanat tepki gösterdi ve Aurelio milli marşı okumayı öğrenene kadar milli takımın maç öncesi seremonilerinde ayağa kalkmayarak protesto edeceğini açıkladı. Aurelio ise bu süreçte yaptığı açıklamalarda milli marşın ilk satırlarını ezberlediğini, geri kalanını da zamanla öğreneceğini bildirdi.
Aurelio’nun vatandaşlığa kabulü, milliyetçi söylemlerin uygun bir performans alanı bulması açısından önemli bir fırsattı. Bu süreçte vatandaşlık kavramı üzerinden “Türk olmanın gerekleri” bir bir ifade edildi. Ancak bu noktada cereyan eden dahiliyet ve vatandaşlık ilişkisini, yalnız milliyetçilikle açıklamak yeterli değil. Kitty Calavita’nin altını çizdiği gibi, “millet” kavramı üzerinden ilerlediği gözlemlenen bir dahiliyet süreci, sosyal ve kültürel bir takım dinamiklerden ziyade, ekonomik ve sınıfsal göstergelerle inşa edilmiştir. Aurelio’nun takdir edilen bir dışarılı olmasının nedeni, onun ne kadar “Türk olabildiğiyle” değil, ne derece bir tüketici potansiyeli taşıdığıyla yakından ilgilidir. Nihayetinde futbolcu emeğinin alınıp satılabilir bir meta olduğu günümüzde Aurelio’nun, üst-sınıf bir göçmen olarak toplumsal tüketim ilişkilerine dahil edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu durumun en önemli göstergesi ise, Aurelio’nun bir reklam filminde oynamasıdır. İstiklal Marşını ezberledikten hemen sonra bir akaryakıt şirketinin reklamında boy gösteren Aurelio, bu filmde İstiklal Marşını okumuştu. Çarpıcı olan ise bu filmden sonra Aurelio üzerindeki tartışmaların neredeyse tamamen sonlanmış olmasıdır. Görünürde Aurelio İstiklal Marşını öğrenerek “Türk” olmayı başarmıştı; meselenin görünmez dinamiği ise Aurelio’nun artık tüketim toplumunun ideal bir bireyi, hatta ikonu haline geldiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu noktada “Türklük”, yabancının kabulu noktasında bir meşruiyet zemini sağlarken, meselenin sınıfsal boyutu dahiliyet sürecinde esas rolü oynar.
Aurelio’nun toplumsal dahiliyet sürecinde açıklayıcı olan sınıfsal alt-metin, Okey’in toplumsal dışlanma serüveni için de fazlasıyla anlam ifade ediyor. Okey’in ölümünden hemen sonra yayınlanan polis raporu, Okey’in elinde “plastik torba” tuttuğunu ve “şüpheli” davranışlarıyla dikkat çektiğini söylüyordu. Sırf bu görüntü için “uyuşturucu satıcısı” olabileceği düşüncesiyle gözaltına alınan Okey’in yaşamı, kameranın kayda almadığı bir sorgu odasında ensesine isabet eden bir kurşun sonucu son buldu. Polis memurunun avukatı bir duruşmada Okey’in “terörist” olabileceğini öne sürmüş ve bu ihtimalin incelenmesini talep etmişti.
Etienne Balibar, toplumda en güvenliksiz hayatları yaşayanların, toplumun güvenliğini bozma tehditi olarak görülmesinin oldukça çelişkili olduğunu ifade eder. Okey meselesinde önemli olan “şüphe” olgusunun kaynağıdır; çarpıcı olan ise, sosyo-ekonomik üst sınıf bir “dışarılı” bireyin elinde plastik poşet tutması halinde büyük ihtimalle “şüpheli” görülmeyeceği gerçeğidir. İstanbul’da futbol oynayarak bu endüstrinin bir parçası olma hayaliyle yaşayan Afrikalı yüzlerce göçmen ve mülteciden biri olan Okey’in, sosyo-ekonomik anlamda bir sermaye potansiyeli taşımamasının, onun toplumsal dışlanmasının önünü açtığını söylemek gerçek dışı olmayacaktır. Okey’in üzerindeki “şüphenin” temeli, kültürel veya sosyal bir dışlanma göstergesi olmaktan ziyade sınıfsaldır. Aurelio’nun emeği, Türkiye’de futbol endüstrisi tarafından ticari bir ürün olarak ithal edilmiş, sonrasında vatandaşlıkla ödüllendirilmiştir. Trajik olan şudur ki, bir futbolcu olarak Festus Okey, endüstrinin faydalanacağı “ticari bir ürün” dahi değildir; onun bu ekonomik eksikliği, toplumsal dışlanmasını da kaçınılmaz kılmıştır.
Festus Okey’in ölümü üzerine, devletin göçmenlere ve mültecilere karşı ırkçı tutumu, ihmali ve şiddeti hakkında önemli çok şey söylendi, yazıldı. Bütün bu katkılara ilaveten, Okey cinayetine, çaresiz mültecileri veya göçmenleri hedef alan bir devlet şiddeti penceresinden bakmanın ötesinde, bu cinayeti toplumsal dahiliyet ve dışlanma mekanizmalarının bir tezahürü olarak daha geniş bir çerçeveye oturmak gerekir.
Aurelio’nun toplumsal dahiliyet serüveninde belirleyici olan sınıfsal alt-metin, Okey’in dışlanma sürecini açıklamaya yetecek bir donanım sunar. Kendini topluma kanıtlama sürecinin bir “ödülü” şeklinde algılanan vatandaşlık, içerdiği sınıfsal mekanizmayla Aurelio’nun görkemli kariyerinde varlığıyla, Okey’in ölümünde ise yokluğuyla belirleyicidir. Her türlü sosyo-ekonomik sermayeden yoksun bir dışarılı olarak Okey’e, toplumsal dahiliyet için bir eylem alanı dahi sunulmamıştır. Aurelio’nun “yaşadıkları”, Okey’in “yaşamadıkları” hakkında çok şey anlatır ve toplumsal dahiliyet ve dışlanma bulmacasını çözebilmek için önemli bir ipucu sağlar.
—
görsel: http://www.deviantart.com/art/Danbo-Football-Wallpaper-170045312
“Okey’in, sosyo-ekonomik anlamda bir sermaye potansiyeli taşımamasının, onun toplumsal dışlanmasının önünü açtığını söylemek gerçek dışı olmayacaktır. Okey’in üzerindeki “şüphenin” temeli, kültürel veya sosyal bir dışlanma göstergesi olmaktan ziyade sınıfsaldır.”
Bu kismi anlamakta gucluk cektigimi ifade etmem gerek.
Sosyo-ekonomik statunun veya ekonomik gorunurlugun kisiyi “bizden”lestiremeyecegini1, toplumsal dinamiklerin buna engel olacagini ve oldugunu dusunuyorum. Sosyo-ekonomik statusu sayesinde kisi toplum icinde varligini daha kolay surdurebilir. Ancak kisinin Turk ad ve sifatini tasimasina karsi devamli bir direnc2 gosterilecegi ve dolayisiyla aslinda toplumu olusturan ideanin icerisine aktif olarak dahil olmasina izin verilmeyecegini; mevcut ideolojinin, Turk'luk ve Vatandaslik kavramlarini (kisinin sosyo-ekonomik statusu ne olursa olsun]ayri tutmaya devam edecegini dusunuyorum.
1- Toplumun biz ve oteki inanclari
2- Ki aslinda bunu, Aurelio ornegi ile siz de dile getiriyorsunuz.
LikeLike
yorumunuz icin tesekkur ederim, cevap niteliginde aldigim birkac notu size mail olarak gonderdim.
LikeLike
Gonderdiginiz maili aldim. Tesekkur ederim.
LikeLike