12 Şubat akşamı “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde Şehzade Mustafa, babası Sultan Süleyman’ın emriyle öldürüldü. Tarihte, geçmiş bir zamanda zaten ölmüş olan bir birey, bir de televizyonda öldü. Onun katili televizyon değil, ancak televizüel imaj vasıtasıyla onun ölümü, 450 yılı aşkın bir zaman diliminin ardından televizyon tarafından bilinir kılındı. Cenazesi önümüzdeki hafta Çarşamba günü Star TV’den naklen kaldırılacak. Sosyal medyada matem havası hakim.
Bugün Şehzade Mustafa’nın Bursa’daki kabri ziyaretçi akınına uğradı. “Kurtlar Vadisi” dizisinde yaşamını yitiren Süleyman Çakır ve “Aşk-ı Memnu”da intihar eden Bihter ile beraber, televizyon tarihinin ses getiren bir diğer ölümüyle karşı karşıyayız. Ölümün dahi gösteriye dönüştüğü bir kültürde yaşadığını sanan bireyler olarak hakikatten gittikçe uzaklaştıkça, televizyonun büyülü dünyası büyük bir heyecanla karşılıyor bizleri. Gerçek hayattaki mutsuzluklarımız, hayal kırıklıklarımız, yaşamlarımız ve yok oluşlarımız, bir dizi senaryosu kadar etki uyandırmamakta. Her gün en az bir kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, her gün en az bir işçinin iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdiği, yüzlerce ve belki binlerce insanın yoksulluk, yoksunluk veya çeşitli ayrımcılıklar sebebiyle zulüm gördüğü bir ülkede, belki de yaşamın korkunç deneyimlerinden uzak ve güvenli bir hayal evreni sunduğu için sığınıyoruz televizyona: :Belki de zulme karşı direnemeyişimizi, bizim yerimize gerçekleştirdiği için. Bize, bir ilüzyon da olsa bir direnç enerjisi sağladığı için.
Şehzade Mustafa’nın ölümünün bize anlattıkları üzerinden, eleştirel bir düşünceyi harekete geçirerek, tarihin televizyona gidişini bir fırsata dönüştürmemiz oldukça önemli.
“Muhteşem Yüzyıl” dizisi, ilk bölümlerinden itibaren Süleyman ile oğlu Mustafa arasındaki gerilimleri konu eden bir çizgide kurgulanıyor. Mustafa’nın annesi Mahidevran Sultan, Hürrem Sultan saraya gelip, Süleyman’ın sevgilisi olmasından itibaren gözden düşüyor. Hürrem’in erkek çocuklar dünyaya getirmesi, Mustafa’yı saltanat için bir tehdit olarak görmesine neden oluyor. Mustafa ise küçük yaştan itibaren sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın etkisiyle büyürken, Süleyman’ın Pargalı’yı iktidarına tehdit olarak gördüğü için öldürmesi, hem Mustafa hem Mahidevran için büyük bir hayal kırıklığı oluyor. Süleyman’ın çocukluk arkadaşı olan Pargalı’nın ölümü, adeta gelecekte Mustafa’nın ölümüne gidecek olan bir kaderi de tayin ediyor.
Mustafa’nın bir şehzade olarak güçlenmesi, valilik görevleri süresince adil ve dürüst yönetimi ve padişahın en büyük oğlu olması onu, halkın gözünde önemli bir yere taşıyor. Yeniçeri Ocağı’nın ve ocakta hakim olan Bektaşi dergahının Mustafa’ya olan sadakati, onun Süleyman’a karşı bir iktidar alternatifi olarak güç toplamasını sağlarken Mustafa’yı, dün nihayete eren malum sona doğru sürüklüyor.
Şehzade Mustafa’nın ölümünü dizinin tarihsel temsili noktasında önemli kılan nokta, bu trajik olayın bir iktidar ve devlet eleştirisini mümkün kılmasıdır. Dizi baştan beri seyircinin Süleyman’la değil, Mustafa’yla özdeşleşmesini sağlayacak bir anlatı ekseninde kurgulanıyor. Pargalı’nın Süleyman tarafından öldürülmesi emrinin verilmesi, mevcut özdeşleşmenin birinci eksenini oluşturuyor. Mustafa’nın Süleyman’a hiçbir zaman isyana kalkışmaması, ona her zaman itaat etmiş olması, ölüme giderken dahi babasının onun katlini emretmeyeceğine dair inancını koruması ve “beyazlar” içerisinde giyip kuşanarak huzura çıkması etrafında şekillenen anlatı, Mustafa’dan yana izleyici özdeşleşmesini kuvvetlendiriyor. Mustafa’nın cellatlara direnmesi ve neredeyse Süleyman’ın çadırından dışarı çıkacak kadar ileri gitmesi seyirciyi heyecanlandırırken, Mustafa’yla birlikte adeta çadırdan kaçma ve ölümden kurtulma ihtimalini seyirciye yaşatıyor. Adeta “bu böyle olmayabilirdi” dedirtiyor bizlere. Doğrusal bir tarih anlayışından şüphe duyarak, farklı bir tarihin, farklı bir dünyanın ihtimalini isteyişimiz üzerinden kurgulanan bir anlatı bu.
mustafaMustafa kaçmak üzereyken Süleyman’ın “çabuk olun” diye haykırarak cellatlara emretmesi, seyircinin “zalimden” yana öfkeli tavrını zirveye taşıyor. Bu ana kadar, masum olan Mustafa karşısında Süleyman mutlak bir zalim olarak temsil edilirken, Süleyman’ın oğlunun cansız bedenine sarılması ve acı ile haykırması seyirciyi bir yanda zalimden yana uyarmış oluyor ve zalim ile kurban arasındaki mutlak hiyerarşinin kırılmasını sağlıyor. Mustafa’nın cansız bedeni kollarındayken Süleyman’ın onun çocuk halini görmesi, vicdani bir duyumsamayı beraberinde getiriyor: Çocuk masumdur; onu birey haline getirmenin akabinde zulme uğramasına neden olan iktidar ise zalim.
Eleştiriyi mümkün kılan anlatı ise tam olarak burada mevcut: İktidar ve devlet aygıtı devamlılığını sağlayabilmek için mutlak suretle zulüm ve şiddet üretmektedir. Süleyman iktidarın yeniden üretimini sağlamak için oğlunu öldürmüş ama onun başında yas tutmaktadır. Süleyman oğlunu katleden cani bir zalim olarak duyarsız bir halde Mustafa’nın cansız bedeniyle ilişkilenseydi, bu eleştiriyi çıkarmamız mümkün olmayabilirdi. Bu sahneye kadar Mustafa’yla özdeşleşen seyircinin, Süleyman’ın yasına empati kurduğu noktadan çıkabilecek oldukça önemli bir eleştiri bu.
Şehzade Mustafa’nın katledildiği bölüm boyunca, Hürrem Sultan’ın pek az görünmesi; hatta Mustafa’nın ölümünden adeta üzüntü duyar halde davranışlar sergilemesi, dizide toplumsal cinsiyet ve iktidar eleştirisi açısından takdir edilecek bir nokta. Mustafa’nın tahta çıkmaması için elinden geleni yapan Hürrem, Mustafa’nın katledildiği bölümde zalimane bir tasvirle şeytanlaştırılabilirdi. Ancak bu durum, zaten önemli bir kısım seyircinin “Rus kadını geldi koskoca imparatorluğu mahvetti” türünde milliyetçi ve erkek-egemen söylemini kuvvetlendirmiş olurdu. Dizinin tarihselliği temsilinde bu türden bir erkek-egemen tuzağa düşmemesi, anlatı açısından büyük bir artı olarak göze çarpıyor.
Mustafa’nın ölümünden birkaç bölüm önce Hürrem’in, Mustafa’nın omzuna hüzünlü bir ifadeyle dokunarak “seninle bir şart ile savaşmazdık, sen benim oğlum olsaydın” demesi, bir kadına atfedilebilecek cinsiyetçi bir zalimlik tanımını da imkansız kılmış oluyor. Dizideki anlatı, bir kez daha iktidar eleştirisini harekete geçirerek, iki düşman arasındaki vicdani bir iletişime sesleniyor. Hürrem’in seslenişi, o dönem her ne kadar iktidarın sert duvarlarına çarpmış olsa da, bugün bizler için vicdanlarımızı iktidarın önüne geçirebilecek muhtemel bir enerjiyi müjdelemiş oluyor.

Diğer yandan Şehzade Mustafa’nın Bektaşi bir topluluğun sevgisini kazanmış olması ve bunun dizide oldukça açık göstergelerle temsil edilişi, Şehzade Mustafa’nin bir direniş ikonu olarak kodlanmasını sağlayan bir diğer önemli etken olarak göze çarpıyor. Ölmeden hemen önce Mustafa, babasının otağına doğru beyazlar içinde yola çıkmışken karşısına çıkan bir yeniçeri grubu, Mustafa’nın otağa gitmemesi için ona yalvarıyor. “Hz. Ali” ve “Hacı Bektaş Veli” uğruna oraya gitmemesini, onu öldüreceklerini söyleyen yeniçeriye Mustafa, kararlılıkla önünden çekilmelerini emrederken, fonda giren “Zahid Bizi Tan Eyleme” deyişi, Mustafa’nın haksızlığa uğrayışı ancak buna rağmen hakikatin yolundan dönmeyişi anlatısını kahramanca kurgulamış oluyor. Erkan Oğur’un muhteşem yorumuyla dinlemeye alışkın olduğumuz bu Alevi-Bektaşi nefesi, Mustafa’nın zalime karşı imkansız mücadelesini işaretlerken, onun mitolojik bir direniş karakteri olarak popüler algıda yer edinmesini sağlıyor. Süleyman’ın temsil ettiği iktidara biat etmesine ve isyana kalkışmamasına rağmen bir şehzadenin iktidarın elinden beklenmedik ölümü, iktidar olgusuna yönelik bir diğer eleştirel ekseni oluşturmakta.

Televizyon ve popüler kültürü kategorik olarak reddetmek yerine, bunların gündelik hayatlarımızda ne gibi işlevler gördüğünü dikkatlice ele almak durumundayız. Bugünden itibaren binlerce insanın Şehzade Mustafa’nın kabrini ziyaret edişi, belki de gündelik hayatlarımızda iktidarı böylesine eleştiremediğimiz içindir. Şehzade Mustafa’nın bugün milyonlarca televizyon seyircisinin hafızasını meşgul ediyor olması; etnik, kültürel, dini, cinsel, sınıfsal göstergelerle örülü iktidar yapılarının dibine kadar batmış olan hayatlarımızda nefes alamayışımız ve iktidara yeterince eleştirel yaklaşamayışımız sebebiyledir belki de.
Yapmamız gereken bireylerin değil, bireyselliklerimizi inşa eden toplumsal düzenin zalimliğinin farkında olmak ve bütün ayrımcılıkları, ötekileştirmeleri, şiddeti ve nefreti meşrulaştıran iktidar hırsına karşı vicdani bir söylem geliştirmek.
Şimdi televizyonun enerjisini, her zaman mazlum kalanlar lehine döndürmenin zamanı. İktidardan hiçbir talep ve beklentimiz olmadan, bizleri mutsuz hayatlar yaşamaya zorlayan tüm ötekileştirme eksenlerine karşı mücadele etmek için…
Görsel: http://www.deviantart.com/art/APH-The-Ottoman-Empire-175087081