“Vitrinde Yaşamak”*, Türkiye’nin en iyi denemecilerinden biri olarak kabul edilen Nurdan Gürbilek’in, 1980’leri dönemselleştirme çabası olarak okunabilecek bir eseri. Yazarın 1980’lere özgü belirli dinamikleri anlama arzusuna aracılık eden farklı denemelerden oluşuyor.
1992 senesinde yayınlanmış olan kitap, darbe sonrası değişimin beraberinde getirmiş olduğu kültürel iklimi incelerken bunun, çelişkili bir biçimde özgürlükçü bir döneme girişi temsil ediyor olmasına dikkat çekiyor.
Türkiye’de “modern” kültür oluşurken nelerin dışarıda bırakılıp, nelerin dahil edilmiş olduğu, Gürbilek’in temel sorularını oluşturuyor. İki farklı iktidar projesinin, iki farklı kültür stratejisinin sahnesi olmuştu 80‘ler: Baskı ve yasaklar dönemi ve daha modern, kurucu bir kültürel stratejinin.
Bir yandan bir red ve bastırma dönemi, diğer yandan insanların arzu ve iştahlarının hiç olmadığı kadar kışkırtıldığı fırsat ve vaatler dönemi. Susturulmuş Türkiye ve konuşan Türkiye. Gürbilek’e göre iki ayrı iktidar türü aynı ortamda yürürlükteydi. Ancak bu iki strateji hiçbir zaman birbirinin yerini almadı; hep birbirini çağırdı, ihtiyaç duydu.
1980‘lerde Kemalist yüksek kültürden sonra ilk kez bir alt kültür patlaması yaşandı; alt-kültürler kültür endüstrisi‘nin nüfuzuna girdi. Medya genişledi, tüketim kültürleri ve tüketim özgürlüğü ortaya çıktı, cinsellik tavan yaptı. Kültürel alan ilk kez bu kadar önem kazandı. Seçkinciliğin bastırdığı her şeyin geri dönüşü yaşandı. Farklı kimlikler kendilerini ifade imkanı buldular. Bunlardan en önemlileri Kürtler, İslami yükseliş ve Feminist hareketti.
Gürbilek kitabı boyunca bu değişimin izlerini sürüyor. Darbe dönemi politik sansür, çelişkili olarak özgürleşmeyi sağladı. Apolitikleşen haberler, özel hayatın kamusallaşmasını beraberinde getirdi. Gürbilek’e göre seksenler şunu denedi: Varlığın ve imkanların dünyasıyla yokluğun ve imkansızlığın dünyasını, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayan iki kampa ayırdı.
Gürbilek’e göre 80’ler hem baskı, hem de çoğullaşma dönemi olarak okunabilir. Bu da, kent ve medya olmak üzere, iki ayrı alanda gözlemlenir. Her ikisinde de söz konusu çoğullaşma kamusal alan tartışmalarıyla yakından alakalıdır. Bu dönem, görsel kültürle ve bunun iki ayağı olan medya ve kentle, özel hayatın kamusallaştığı dönemdir.
Medya alanına göz atılacak olursa; Gürbilek’in aktardığı gibi sansür sürecinde medya özel hayatlara odaklanır. Kültür önemli bir alan haline gelir. Cinsellik, magazin haberleri ve reklam dili, özellikle kültürü tüketim toplumuna açar. 80’lerde ilk kez yaygın tüketilecek bir pop tarih kurulur. Bu dili her şeyden önce reklamcılık kışkırtmıştır. Gürbilek’in ifadesiyle reklamcılık, bütün kültürü bir malın pazarlanmasında kullanılabilecek bir hammaddeye, sınırsız bir alıntılar toplamına dönüştürmüştür. Kültürle ilişkiyi bir vitrin ve seyir ilişkisi haline getirmiştir.
Kültür daha önce görülmedik boyutlarıyla piyasaya tabi olmuş, reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma sokmuş, çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu yeni bir haber dili oluşmuştur. Resmi kültürün dışında doğmuşlar, ancak ve ancak varlıklarını 1980 müdahalesiyle kurtarılmış piyasaya borçludurlar.
1980‘lerin ilk yarısında gazetelerden örnekler veren Gürbilek, özellikle Hürriyet gazetesine yaptığı incelemede, haberlerin tamamının aile cinayetleri haberleri olduğuna dikkat çeker. 12 Eylül darbesinin kamusal alanı işgal edip, kontrol altına alması, şöyle bir sonucu beraberinde getirmiştir: Özel hayatın kamulaşması, medyanın bir malzemesi haline gelmesi ve biraz da, özel hayatın kamusallaşmasıyla özgürleşmenin, bireyselleşmenin, tüketim toplumunun öne çıkarılarak siyasi tartışmaların gizlenmesi gündeme gelir. Sansür neticesinde gazeteler daha risksiz bir bölgeye gitmiştir. Bir yanda basın üzerinde baskı artmış, ama diğer yanda sermaye birikimi de artarken, birçok gazete çıkarılmış, farklı alanlarda çeşitli dergiler yayınlanmıştır.
Kent ile alakalı olarak ise; Gürbilek, 1980‘leri taşranın yırtılma dönemi olarak değerlendirmektedir. Ona göre Türkler taşralarını, kendi içindeki üçüncü dünyayı 1980’lerde keşfettiler. Gürbilek bu süreci, Kemalist modernleşme projesinin çöküşü ve bastırılanın geri dönüşü olarak adlandırılır. Kemalist modernleşmenin çöküşü, taşranın kendini ifade olanakları bulması, Kürt muhalefeti, Feminist aktivizm ve İslamcı hareketle de yakında ilgilidir.
Gürbilek’in ifadesiyle, “Türkiye’nin Batılı görünebilmek uğruna dışlamış olduğu ötekisi”, yani taşra kente taşınmıştır. Modern olabilmek için bastırılan taşra, 1980‘lerle birlikte geri dönmekte ve kentte varlığını hissettirmektedir. Taşra, kamu imkanlarını kullanmaya başlamıştır. Gürbilek bu kısımda İbrahim Tatlıses figürünü inceler. 1970‘lerin Orhan Gencebay’ı ile karşılaştırmalı olarak, 1980‘lerle birlikte ortaya çıkan kültür endüstrisi İbrahim Tatlıses üzerinden farklılık göstermektedir. Arabesk yeni doğan bir tür olmayıp, 70’lerde doğmuş ancak adı 80’lerde konmuştur.
Gürbilek’e göre bir taşra kalabalığının büyük şehre sızmaya çalışırken çıkardığı ses, aynı zamanda kentli elitin memnuniyetsizlik ifadesidir. Orhan Gencebay tam olarak da kent ile taşra arasındaki hibrid bir hali yansıtmaktadır: Harbi ama efendi, halk adamı ama bilgili, evlilik dışı ama geleneklere saygılı. Gencebay, şehirde yolunu bulamamışlara seslenir ama kendisi şehirlidir. Açların derdini dile getirir ama kendisi toktur. Adil olmayan babaya karşı ailenin haklarını savunan Orhan Ağabeydir. 1980’lerle beraber kent, seçkinciliğini korumak için bastırmış olduğu şeyleri keşfederken; İbo, adaletin değil, özgürlüğün önemli olduğu bir dönemde kitlelerin vicdanı değil, sureti olmuştur Gürbilek’e göre.
Michel Foucault’ya atıfla Gürbilek, 1980’lerin bir bastırma dönemi değil, üretme dönemi olduğunu belirtir. 1980‘ler, cinselliğin keşfi, aynı zamanda onun tanımlanması dönemidir. Dindarlığın veya taşranın keşfi ama aynı zamanda onların sınırlarının çizilmesi sürecidir. Gürbilek’in, Roland Barthes’a atıfla ifade ettiği üzere bu dönem, bir başka deyişle taşranın kentli seçkinci elit tarafından “adlandırıldığı” dönemdir.
Adlandırılmak, bir kimliğin sınırlarını çizmek, bir kesmi dışlarken, bir kesmi içermektir, söyleme dahil edilen ve dile düşen ötekiyi, kendi iktidarını sürdürecek şekilde yönetebilmektir. Aynı zamanda, o kimliğin tatbik edilmesi için disipliner stratejileri de yürürlüğe koymaktır. 1980‘ler bir yandan çeşitli toplumsal grupların özgürleşme hareketine sahne olurken, bu sürece eş zamanlı olarak bu toplumsal grupları dışlayıcı ve yeniden tanımlayıcı söylemlere de tanıklık etmiştir.
Sonuç olarak kültür endüstrisi galip gelmiş, alt-kültürler vitrinleşmiş ve piyasada dolaşıma giren tüketim kültürünün öğeleri olmuşlardır. “Metanın ziyaret edildiği fuarlar” olan AVM’lerin ortaya çıkışı da 1980‘lere denk gelmektedir. Bu noktada Gürbilek’e göre, kültürün temel dinamiği piyasa olduğu sürece “Kürt kilimi de, Dolapdere de, çingeneler de global kentin yeni süsleri olmaktan öteye gidemeyecek” durumdadır.
Günümüzde ve modernist seçkinciliğe karşı muhalefetin her türlüsünün kapitalizm tarafından kapsanarak etkisiz hale getirildiği, kültür endüstrisinin 1980‘lerin özgürleşme hareketlerinin öznelerini de kapsamakta olduğu, her mahalleye bir AVM inşa edildiği ve mutenalaşmanın “kentsel dönüşüm” adı altında sınıfsal gerilimleri görünmez kılmaya gayret ettiği bir dönemi yaşamaktayız. Gürbilek’in 1980‘leri duyumsayan kalemi, günümüzde kültürün nesnesi olmaya devam ettiği bir vitrin-seyir ilişkisini anlamamız ve 2000‘leri dönemselleştirmemiz için önemli bir kaynak niteliğinde…
*Nurdan Gürbilek (2011) [1992] Vitrinde Yaşamak: 1980‘lerin Kültürel İklimi. İstanbul: Metis.