Podcast’i şu linkten dinleyebilir, dökümünü ise aşağıda bulabilirsiniz: https://spotifyanchor-web.app.link/e/holLctFUtzb
—
Merhabalar, CultPost’a hoşgeldiniz. Kanalımın ilk bölümünde en son izlediğim “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?” dizisini ele alacağım. 2023 yılında, geçtiğimiz hafta Mart ayında Netflix’te yayınlanan bir dizi. Aslında bir Perihan Mağden romanı. Türkiye’de ve hatta dünyada en çok izlenen diziler arasına giren yapım, Umut Aral ve Gökçen Usta tarafından yönetilmiş, başrollerinde ise Melisa Sözen ve Eylül Tumbar yer alıyor. İki kadın karakter üzerinden ilerlemesi ve bu kadınların travmatik deneyimlerini ele alması açısından dizi çarpıcı bir toplumsal cinsiyet anlatısı sunuyor. Bu noktada cevaplanması gereken 2 soru var: Kadınlar gerçekten neden kaçıyorlar? Ve kaçtıkları şeyden kurtulabiliyorlar mı?
Anlatıyı temel olarak özetlemek gerekirse; Melisa Sözen ve Eylül Tümbar’ın canlandırdığı karakterler, dizide Anne ve Bambim olarak geçiyor. Yani, bu karakterlerin belirli bir isimleri yok, bu da başlı başına bir metafor aslında. Bu insanlar belirli kişiler olmak zorunda değil, aslında toplumun tamamındaki kadınları ve kadın deneyimini temsil ediyorlar. Çünkü feminist eleştiriden yola çıkacak olursak erkek egemen kültürlerde yaşadığımız için burada kadınlar sürekli belirli şeylerden kaçıyorlar. Peki buradaki spesifik kaçış nedir? Anne karakteri son derece travmatik bir çocukluk geçirmiş. Sanırım Antalya’da – araç plakalarından anlıyoruz- üst sınıf bir ailede bir konakta büyüyor. Ebeveynleri tarafından dışlanmış, bir odaya adeta hapsedilmiş ve kötü muamele maruz kalıyor. Evin şoförünün oğluyla bir ilişkisinden çocuk sahibi oluyor. Tabi bu istenmeyen bir gebelik olarak addediliyor ve aile desteğinden yoksun bir şekilde kendi imkanlarıyla doğum yapıyor. Bir anda bebeğini terk etmeyi düşünüyor ancak vazgeçiyor, hatta bunu bir sahne itiraf ediyor. Kızı dünyaya geldikten sonra annesi bir trafik kazasında hayatını kaybediyor ve onu annenin ölümünden suçlayan akrabaları var çünkü arabın fren düzeneğini bozarak kaza yapmasına neden olduğu yönüde çeşitli işaretler var… Sanıyorum bu olayın ardından kendisine düşen bir miras ile kızının doğumundan sonraki hayatını bir kaçış içerisinde dünyayı ve Türkiye’yi gezerek göçebe bir şekilde yaşıyor.
Bu noktada anlatıda 3 kritik kültürel analiz yapabiliriz diye düşünüyorum. Birincisi, adultism ile alakalı. Adultism, İngilizce’de “adult” yani yetişkin kelimesinden geliyor. Türkçe’de bir karşılığını henüz göremedim, İngilizce’de “ageism” üzerinden de tartışmalar var. Ancak adultism spesifik bir yaş ayrımcılığı; toplumda yetişkin bireylerin egemenliğine verilen ad. Yetişkin bireylerin, ebeveynlerin, kendilerin yaşça küçük bireylere, çocuklarına tahakkümünü tanımlıyor. Aile içerisinde düşünün, çocukların ebeveynleri tarafından sürekli kalıplara sokulmaları, beklentilerle şekillendirilmeleri, yaratıcılıklarının kısıtlanması, “senin iyiliğini en iyi biz biliriz” şeklindeki söylemlerle çocukların kişiliklerini geliştirmelerine ve özgür bireyler olarak kendilerini gerçekleştirmelerine engel olunması. Aslında adultism dediğimiz kavram bunu son derece problemli bir tahakküm ilişkisi olarak görüyor. Anlatının öncelikli vurgusu bu noktada şekilleniyor, dizi aslında adultist bir kültürün resmi çekiyor diyebiliriz. Anne karakteri, kendi annesi ve babası tarafından ezilmiş ve dışlanmış bir kadın. Ancak paradoksal bir şekilde kendisi de kızına tahakkümcü bir biçimde davranıyor. Annesini kopyalamıyor elbette, ancak annesinden alamadığı sevgiyi ve şefkati ekstrem bir boyuta taşıyarak aşırı sahiplenmeci ve kontrolcü bir ilişki kurguluyor kızıyla. Kızını hiçbir zaman yalnız bırakmaması, ona gerçeği ve neden kaçtıklarını anlatmaması, tam tersine anlatıcı olarak kızının da zaman zaman dizide seslendirdiği gibi, “annem beni en güzel otellere götürür, istediğimiz kadar kalırız, vs.” gibi söylemlerle kızı için gerçekte olmayan ideal bir dünya kurgulaması, aslında annenin bu aşırı kontrolcü tarafına işaret ediyor. Tabi bu sırada bir dizi cinayet işliyor, hepsi kızı uğruna. Adultist kültürde de zaten ebeveynlerimiz bizler için bize rağmen, tepeden inmeci bir şekilde “iyilikler” yapmıyorlar mı? Anne olarak Melisa Sözen’in karakteri adultismi kendi uğradığından farklı bir üslupla gerçekleştiriyor ancak yine de bu bir yetişkin egemenliği ve bunu kıramamış oluyor. Aslında kendi kaçmakta olduğu adultismi yeniden üretiyor diyebiliriz. Anlatı boyunca çeşitli şekillerde adultizme maruz kalmaya devam ediyor, örneğin kapadokyadaki otelde bir kadın, anneyi kızına yeterince özen göstermemekle eleştiriyor. Hani, yolda giderken hiç tanımadığınız bir yabancı yetişkin, çocuğunuza nasıl bakmanız gerektiğine dair yorumlar yapar ya, bak üşür kızım bebeğe dikkat et, neden eldiven giydirmedin, öyle yapma düşer vs. (bir ebeveyn olarak bizzat defalarca deneyim ettiğim bir durum), bu adultist kültürün yetişkin bireylere verdiği bir otoritedir; toplumdaki yetişkinler diğer yetişkinleri gözetleyerek, onlara yeri geldiğinde çocuklara nasıl davranılması gerektiğini hatırlatır ve bu iktidar düzeninin devamlılığını sağlamak için uyarırlar. Dolayısıyla dizide anne karakterinin çeşitli karşılaşmaları üzerinden ilerleyen çok boyutlu bir ebeveyn ideolojisinin temsilini görmemiz mümkün.
Dizideki bir diğer kritik anlatı, az önce de değinmeye başladık aslında, annelik anlatısı. Feminist akademyaki çalışmalar, erkek-egemen kültürün belirli bir annelik söylemi kurguladığını anlatır. Mesela, annelik kutsaldır gibi olgularla kadınların özellikle bebekleriyle olan yaşanmışlıkları mistifiye edilir. Kadınların çocuk sahibi oldukları süreçte güçsüzlüklerini, zorluklarını, kırılganlıklarını ifade etmeleri engellenir çünkü kutsal varlıklar olarak mükemmel davranmak zorundadırlar, aksi halde yeteri kadar kadın olmamakla suçlanabilirler. Oysa annelik gayet insanı bir kimlik olarak her türlü deneyime açıktır ve annelerin de özgürce kendilerini ifade edebilmeleri gerekir. Dizideki anne karakteri tırnak içinde anneliğin karanlık tarafını çok iyi anlatıyor. Kızını terk etmeyi düşünebilen, sonra sahip çıkabilen, kızıyla eğlenebilen, coşabilen ancak aynı zamanda onu denetleyen, kontrol eden, kızına ters bir laf edeni, zorbalık yapanı öldürebilecek kadar ileri giden bir anne karakteri. Erkek-egemen kültürün inşa ettiği stabil bir annelik değil, gerçek anneliği görüyoruz aslında. Bu anneliğin en güçlü yani da kızıyla dayanışabilmesi, yine feminist çalışmalara referansla belirtecek olursak, kadın dayanışması. Bu dayanışmayla ayakta kalabiliyorlar, ya da şu şekilde belirtelim, anlatının bir noktasından itibaren (bambi annesinin kendisi için cinayet işlediğini anladığı andan) annesiyle dayanışmaya geçiyor. Anlatının sonuna gelindiğinde ise anne, elde ettiği imkanlarını direnişine devam edebilmesi için kızına devrederek kendisini feda ediyor.
Evet, konuşmanın başında kadınlar neden kaçıyorlar ve kaçtıkları şeyden kurtulabiliyorlar mı diye sormuştuk. Anne temel olarak babadan ve onun temsil ettiği ebeveynsel otoriteden kaçıyor ancak bunun yanında kaçtığı başka tırnak içinde bazı mikro “düşman”lar. Mesela, otelde kızına hakaret ederek zorbalık yapan müdür, snob bir tavırla aşağılayıcı bir şekilde konuşarak konumunu kötüye kullanan banka müdürü, veya kızına yeterince bakamadığı suçlamasıyla kendisiyle alay eden oteldeki turist kadın. Sonuç olarak, annenin aslında sınıfsal ve sosyal açıdan kendisinden üst mevkideki insanlardan kaçtığını ve onlara direndiğini söylememiz mümkün. Bu aslında yine kendi çocukluk travmasına dayanıyor çünkü çocukken de kendisinden üst mevkideki ebevenyleriyle oldukça zor bir mücadeleye girmişti ve yetişkin hayatında da kızıyla bu mücadeleyi sürdürüyor. Sonuç olarak hayatını kaybediyor, kendisini yakalamayı takıntı haline getiren bir polis memuru tarafından sorgusuzca vurularak öldürülüyor, ki bu da oldukça hukuk dışı bir durum ve erkek-egemen bir devlet ve polis şiddeti eleştirisinin yapılabilmesine kapı aralıyor diyebiliriz. Anne ölüyor ve ölümle biten hiçbir son umutlu olamaz, ancak kızının hayatta kalışı üzerinden bir gelecek hayal etmemiz mümkün. Anne ölümü ile kurtulamıyor tabi ki, ölüm bir kurtuluş değildir ancak kurtuluş ve özgürleşme ihtimalini kızına devrediyor sadece. Dolayısıyla anlatı bitiyor ancak kendisinden sonra yaşanması muhtemel olayları da izleyiciye hissettirmiş oluyor, o da kaçışın hiçbir zaman sonlanmayacağı, devam etmekte olduğu ve toplumda kadınların erkek-egemen kültürden kaçışlarının devam ettiği, edeceği ancak bunlara rağmen anneden kıza nesilden nesile bir direniş umudunun aktarılabileceği… Bir başka bölümde yeniden buluşmak dileğiyle, herkese sevgiler…