CultPost Podcast S1B5: Boğa Boğa: Tekinsiz (Uncanny) Bir Taşra Anlatısının Psikanalitik Eleştirisi

Podcasti buradan dinleyebilir veya dökümünü aşağıda okuyabilirsiniz: https://spotifyanchor-web.app.link/e/bmvSFumYtzb

Merhabalar, ben Alparslan Nas, CultPost’un beşinci bölümüyle karşınızdayım. Medya ve popüler kültüre dair yorumlarıma devam ediyorum, bugün de geçtiğmiz günlerde Netflix’te yayınlanan Boğa Boğa filmini analiz edeceğim. Yönetmenliğini Onur Saylak’ın Senaristliğini Hakan Günday’ın yaptığı bir film Boğa Boğa.  Şahsen, Daha, Şahsiyet ve Uysalar gibi Onur Saylak Hakan Günday ortaklığında üretilmiş olan diğer yapımları izlemiş birisi olarak, bu ikilinin ortaya koyduğu işler hakkında konuşmaktan tartışmaktan keyif alan birisiyim. Bence bütün bu anlatılar, toplumsal ve sınıfsal açılardan oldukça dikkat çekici gözlemler içeriyor. Bu açıdan yeni filmleri, Boğa Boğa’yı merakla bekliyordum ve filmi izlerken aklıma bir kavram takıldı, o da ünlü psikanalist Sigmund Freud’un “tekinsiz” yani İngilizcesiyle “uncanny”, Almancasıyla “unheimlich” kavramı. Anlatının çok psikanalitik bir temelinin olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla bu bölümde de sizlere öncelike Freud’un tekinsiz kavramından bahsedeceğim, sonrasında da filmi yorumlamaya çalışacağım.

Freud, 1919 yılında yazmış olduğu “Das Unheimliche” başlıklı makalesinde unheimlich, yani uncanny kavramını tartışıyor. Bu makalesinde Alman yazar Hoffmann’ın 1817 yılında yayınlamış olduğu kısa hikayesi “The Sand Man”den yola çıkarak bir edebi metin eleştirisi yapıyor, aynı zamanda psikanalitik kavramları da kullanarak unncanny kavramını tanımlamaya çalışıyor. Uncanny yani tekinsiz kavramını tanımlarken öncelikle kelimenin farklı dillerdeki kökenine inerek bir tartışma açıyor. Almanca’da“Heimlich” kelimesinin temel  olarak  2 anlamı var. Bunlardan ilki, evsel, aşina olunan, tanıdık olunan, güven veren gibi anlam. İkincisi ise, gizli ve saklı olan gibi bir anlama geliyor. Heimlich’in başına bir karşıtlık eki getirilerek unheimlich dendiğinde ise, tanıdık olunmayan, güven vermeyen, yabancı olunan gibi bir anlam veriyor. Ancak burada heimlich kelimesi zaten kendi içinde iki zıt anlamı bir arada barındırıyor, tanıdık olan güven veren ve gizli saklı olan. Dolayısıyla kendi içinde zaten çelişkili bir kelime ve zıttı olan unheimlich ile benzer bir anlamı barındırıyor. Buradan hareketle Freud, The Sand Man hikayesinden yola çıkarak, birbiriyle çelişen anlamların bir aradalığını ve ikiliğini sorgulama açıyor. Ve uncanny yani unheimlich kavramını geliştiriyor. Türkçe’de tekinsiz olarak çevirdiğimiz uncanny, heimlich’in zıttı olarak, herkesin gözünün önünde gerçekleşen, herkesin bildiği, ama yine de tanımadığı, emin olamadığı, güvenemediği bir arada kalmışlık, yersiz yurtsuzlaşmışlık hissiyatına işaret ediyor. Örnek olarak hayvan ve insan arasında mitolojik varlıkları düşünebiliriz. Burada grotesk olarak adlandırabileceğimiz figürler, bize tekinsiz bir his verirler çünkü hem tanıdık, hem değildirler, hem hayvan figürlerinin andırırlar, insana benzerler ama değildirler. Veya günümüzde hatta gelecekte daha da gelişecek olan yapay zekayı veya robotları düşünebiliriz, gerçek ile sanal arasında, canlılık ile cansızlık arasında bizi tedirgin hissettiren varlıklardır. Freud bu kavramı daha derinlikli bir şekilde tartışmak için bazı örnekler verir, psikanalitik teorisinin temelinde yapmış olduğu gibi anne figürü ve cinsellik üzerinden örnekler verir. Mesela, anne rahmi bir evdir, tanıdıktır, güvenlidir, gizlidir ancak aynı zamanda anne rahmin yaşamın başlamadan önceki durumunun da yani ölümün de mevcut olduğu yerdir. Dolayısıyla kadın cinselliği, kadın bedeni, Freud’a göre, birey için geçmişin güvenli bir alanıyken aynı zamanda ölüm korkusunun da bulunduğu yerdir. Freud buna “doubling” diyor, yani ikilemeler veya ikilikler olarak çevirebiliriz, bu ikiliklerin saklı olduğu, belirsizliklerin egemen olduğu, herhangi bir yere ait olamayışın söz konusu olduğu yerler, mekanlar, deneyimler, nesneler, bireyde bir uncanny his yaratır. Anne üzerinden benzer bir uncanny durum, Freud’un Odipus Kompleksi ile de yaşanır, bebek yaşamının erken döneminde, yaklaşık 3 yasına kadar, anne ile kesintisiz bir haz ilişkisi içindedir, bütün arzularını anne üzerinden gerçekleştirir ve anne onun bir evdir, güvenlidir, tanıdıktır. Ancak Odipal Kompleksle birlikte baba sahneye girer, annenin kendisine değil babaya ait olduğunu farkeden bebek, anneden vazgeçmek ve babayla iyi geçinerek onunla özdeşleşmek zorunda kalır. Sonuç olarak bebek için bir zamanla evsel olan, güven veren ve ona ait olan anne, artık bir yabancıdır, yani bir tekinsizlik kaynağıdır. Bu nedenle Freud’a göre hayatta duyumsadığımız tekinsiz hissiyatın temelinde erken çocukluk döneminde bastırılan Odipal travma vardır.

İşte filmi izlerken bana hissettirdiği en temel şey bu uncanny’nes yani tekinsizlik oldu. Peki, ne açılardan tekinsizlik üzerine kurulu bir anlatı bu? Öncelikle filmin adı, gerçekten ne amaçla belirlendi bilmiyorum ama, az önce bahsettiğim ikiliği simgeliyor aslında, boğa boğa, bir doubling ifadesi, tekinsizliğin temelinde bu ikiliklerin olduğunu belirtmiştik. Bir diğer doubling, Yalın – Yılan ikiliği, köyde Yalın’a düşmanlık eden insanlar, bir fıçının içine yılan kafası koyarak Yalın’ın evine gönderir ve onu tehdit ederler, hatta fıçının üzerindeki Yalın ismini de Yılan olarak kazıyarak değiştirirler. Yalın-Yılan ikiliği aslında temelde bir tekinsizlik kaynağıdır, hem izleyici için ama en çok da Yalın için. Bildiğiniz gibi filmde Yalın, bir saadet zinciri kurmak ve bu yolla çok sayıda insanın parasını dolandırmakla suçlanıyor, detaylarını bilmiyoruz ancak bir şekilde bir süre hapis yattıktan sonra çıkıyor, savcı ile işbirliği yaparak, çetenin geri kalan üyelerini ihbar ettiğini anlıyoruz, dava devam ediyor, Yalın’ın çok dikkat etmesi ve bir suça bulaşmaması filan gerekiyor ki tekrardan hapis cezasıyla karşı karşıya kalmasın. Yalın’ın aynı zamanda Assos’taki köylüleri de bu işin içine katarak dolandırdığını anlıyoruz. Bu yaşanmışlıklar üzerine eşi veya partneri Beyza ile Assos’a geliyor. Assos’ta bir evleri var, hatta mütevazı bir şekilde ev demek pek mümkün değil, çok iyi dekore edilmiş lüks bir villaları. Buranın Yalın’ın babasına ait olabileceğini düşünüyoruz çünkü köy içinde etkileşim yaşadığı insanlar zaman zaman babasından bahsediyorlar, dolayısıyla köylüler arasında tanınan biri. Burda üzerine düşünülmesi gereken soru şu: Assos ve bu köy, Yalın için bir ev midir? Cevap hem evet, hem hayır. İşte tekinsizlik tam olarak da burada başlıyor. Yalın’ın İstanbul’da içine düştüğü kaostan, finansal suçlardan, o büyük para ve maddiyat evreninden uzaklaşarak kendisini güvende hissetmesi gereken bir yer aslında Assos. Ama tam olarak böyle olmuyor. Beklenmedik bir şeklinde Yalın için köy, güven ve tanıdık bir ev yerine, güvensizlik ve tehdit mekanı olmaya başlıyor. Köy, Yalın için hem yaşam hem ölüm alanına dönüşüyor. Hayatta kalmanın ihtimali de köyden geçiyor, ölümün ihtimali de… Hayatta kalmak için geldiği bir yerde, başka insanların hayatlarını sonlandıran bir seri katile dönüşüyor. Hediyelik eşya bakmak için gittiği bir dükkanda, kendisini ölümle pençeleşirken buluyor, saldırıya uğruyor, kendisi saldırıyor ve öldürüyor. Yine bunun gibi birisi sahilde diğeri de klasik müzik konserinde yaşadığı iki saldırı ve beraberinde gelen cinayet var. işte tam olarak bu doubling, bu ikileşmeler üzerinden Yalın için tekinsiz bir yer oluyor Assos. Cesetleri gizlemek için götürdüğü ormanlık alanda bir cesedi sürüklerken, bir mülteci grubuyla karşılaşıyor. Hatta burada 2017 yılında yayınlanmış olan, bir diğer Onur Saylak-Hakan Günday işbirliği “Daha” filmine referans var, düzensiz göçmen grubunun başında olan ve onların Yunanistan’a geçmesini sağlayan karakter Gaza, Daha filminde de onun hayatını izlemiştik. Bu sahne de oldukça sembolik; bir yandan ölümü gizlemeye çalışan Yalın, diğer yanda yaşama doğru yol almaya çalışan göçmenler, ancak her ikisinin de ortak noktası, evlerinin belirsizliği ve yersiz yurtsuzluk, yani tekinsizlik.

Filmdeki tekinsizliklerin sonlarda vardığı nokta ise oldukça dikkat çekici. Filmin sonlarına doğru Yalın’ın Beyza ile yaşadıkları, hikayede önemli bir kırılma noktasını oluştururken aynı zamanda tekinsizliğin hiç beklenmedik bir diğer alanını da ortaya koyuyor: O da Aşk. Yalın, kurmuş olduğu saadet zincirini Beyza’nın polise ihbar ettiğini öğreniyor, daha doğrusu, Beyza bunu itiraf ediyor. Yalın’ın 1 milyon Euro gibi bir para sakladığını öğrenince ve Yalın kendisine bu parayla Yunanistan’a kaçma teklifinde bulununca, Beyza adeta şok geçiriyor ve itiraf ediyor. Ancak bunu Yalın’ın iyiliği için yaptığını, onu bu finansal usulsüzlüklerden kurtarmak istediğini belirtiyor, yaşanan her şeye rağmen onun yanında olduğunu söylüyor bir yandan da. Bu noktada Beyza ile Yalın arasında da tekinsiz bir ilişki olduğunu anlıyoruz; her ne kadar Yalın’ın hayatında güvenebileceği tek insan Beyza olsa da, aslında değil, ve ondan birçok cinayeti, yaptığı bir çok yanlısı gizliyor, aynı durum Beyza için de geçerli, Beyza Yalın’a aşıkken ve onu evi olarak bilirken, aslında olmadığı ortaya çıkıyor. Yani, tekinsizliğin neden olduğu yersiz yurtsuzluk hali, Yalın ve Beyza’nın ilişkisinde de var. Freudyen anlamda konuşacak olursak, Yalın’ın yapması gereken şey aslında bu tekinsiz hissiyatı bir şekilde bastırmak, ancak bunu başaramıyor, gerçeklikle bağlantısını koparıyor, bir nevroz halinde seri katile dönüşüyor. Filmin son sahnesi ise oldukça dikkat çekici. 1 milyon euroyu fıçı içinde köylülere dağıtan Yalın, aslında onların kendilerine yönelik tepkilerini ve düşmanlıklarını adeta satın almış oluyor. Peki bu noktada tekinsizlik sonlanıyor mu? Bence hayır, daha da katmanlanarak devam ediyor çünkü başta jandarma olmak üzere köylüler, Yalın’ın katil olduğunu biliyorlar ve bunu gizliyorlar, Yalın hem suçlu hem değil. Yine Assos Yalın için hem bir ev hem de değil… anlatının ötesini düşünecek olursanız bu ikiliğin yine devam edeceğini görüyorsunuz, yine her an Yalın’a karşı bir düşmanlık olabilir, birisi onu şikayet edebilir, dolayısıyla Yalın film boyunca olduğu gibi yine hayatını bir güvensizlikle yaşamak zorunda ve hiçbir zaman belirli bir tanıdık, güvenli bir ev hissiyatına ulaşamayacak.

Evet, Freud’un tekinsiz (uncanny) kavramıyla filmi okumaya çalıştım. Filmin baştan sonra psikoljik açıdan derinlikli bir anlatısı var, Kıvanç Tatlıtuğ’un oynadığı Yalın karakteri de bu psikolojik gerilimi bence çok iyi yansıtıyor, dolayısıyla bu da filmin psikanalitik bir okumaya uygun hale getiriyor. Tabi bu yaklaşımın dışında farklı bakış açılarıyla da analiz edilebilecek bir filmden bahsediyoruz. Örneğin filmde aktarılan sınıfsal gerilimler var. İstanbul’dan tersine göç eden kültürel ve ekonomik açıdan avantajlı bir sosyal sınıf ve onun karşılaştığı taşrarlı benlikler, sınıfsal karşılaşmalar var. Göç eden insanlar ekonomik ve kültürel sermayeye sahip insanlar oldukları için, onların taşradaki yerel insanlarla karşılaşmaları çok ciddi sınıfsal hiyerarşileri de ortaya koyuyor. Diğer yandan saadet zinciri gerçeği var, bununla ilgil çok sayıda haber okuyoruz, bu şekilde binlece insanı dolandıran kişiler var, böylesine bir toplumsal ve hukuki duruma işaret ediliyor filmde. Bir yoksulluk anlatısı var, özellikle taşra ile ilişkilendirilen, taşralı yoksul bir öteki ve onun “köşeyi dönme” çabası, ve bunun üzerine yaşanan kayıplar mağduriyetler gibi.

CultPost’un bir diğer bölümünün daha sonuna geldik. Zaman ayırıp dinlediğiniz için çok teşekkürler. Görüşleriniz ve yorumlarınız için bana spotify üzerinden sesli mesaj gönderebilir, Instagram’da Alparslan Nas kullanıcı adıyla beni takip edebilirsiniz. Önümüzdeki hafta yeni bir yayında buluşmak dileğiyle, herkese sevgiler…

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s